Benden yeni bir hikaye
Bu hp ile ilgili değil ve bence ondan daha iyi umarım sizde beğenirsiniz
Hikayede değişik bir şey deniyorum her bölüm iki parttan oluşuyo ve bu partlar iki farklı başrolün ağzından yazılıyo yeni biri birinin biri diğerinin mesela twilight'tan birinci bölümü midnight sun'dan ikinci bölümü alıp okumak gibi
anlatırken benim kafam karıştı inşallah siz anlarsınız
Roma Gecesi Bölüm 1 - Part 1: Roma Güneşin batarken ki son ışıklarını yansıttığı dar sokakta yürürken aklımda tek bir soru vardı: Buraya alışabilecek miydim?
Daha önce Roma’ya hiç gelmemiştim. Her şey bir anda olmuştu. Bir hafta içinde… Daha ne olduğunu anlayamadan kendimi bu tarihi kentin ortasında bulmuştum. Bu gerçekten korkunçtu! Ben Roma’da ne yapardım? Geride bıraktıklarımı düşündükçe içim burkuluyordu. Okulum, arkadaşlarım… Hepsi Londra’da benden çok uzaktaydılar şimdi.
Bir hafta önce babam sevinçle eve gelmişti. Hayatımda daha önce asla onu böyle görmemiştim. Annemle ben, merakla, ona ne olduğunu sorduk. Hayatımın en hevesli sorularından birine, hayatımın en korkunç cevaplarından birini almıştım. Roma’ya taşınıyorduk!
Babam büyük bir turizm şirketinde basit bir rehberdi. Daha çok İtalya’ya ve İspanya’ya gidiyordu. Sanırım İtalyanları bizden daha çok görüyordu. Oysa şimdi, şirket Roma’ya, Avrupa’nın en tarihi kentine, bir büro açmış ve başına babamı atamıştı. Bunun anlamı; babam artık eskisinin iki katı kadar maaş alacak ve sürekli bizim yanımızda olabilecekti. Bu iyi bir şeydi. Bu yüzden dün, şimdiye kadar yaşadığım on yedi yılın anılarına veda etmek zorunda kalmam ise… İşte bu pekiyi bir şey sayılmazdı.
Aslında roma harika bir şehirdi. Buradaki en dar sokakta bile bir insanın yapmasına olanak vermediğiniz heykeller görebilirdiniz. Caddeleri, sokakları, inanılmaz yapıları ve her adım başında bir tane olan çeşmeleriyle on yedinci yüzyıl mimarisini canlı bir şekilde gösteriyordu. Bu caddelerde yürürken hayran kalmamak elde değildi.
Ama burada yaşamak mı? Bu çok zordu. Belki de imkânsız… Roma benim için yaşamaya elverişli bir şehir sayılmazdı. Harika bir tatil şehriydi. İnsan burayı gezerken kendini kaybedebilirdi. Peki, geri dönüşü olmayan bir gezi… Buna alışmam biraz zaman alacaktı.
Her şeye rağmen yeni evim çok güzeldi. Apartmanın kapısı, Roma’daki her sokak gibi fazla geniş sayılmayan ve on yedinci asırdan kalma gibi görünen bir sokağa açılıyordu. Eğer sağ tarafa dönüp beş dakika kadar yürürseniz karşınızda Aşk Çeşmesi’ni bulurdunuz. Aynı yürüyüşü sol tarafa doğru yaparsanız İspanyol Merdivenleri’yle karşılaşırdınız. Haritada göründüğü kadarıyla Aşk Çeşmesi ve Pantheon’un arası çok uzak sayılmazdı.
Bunların hepsi gerçekten büyüleyici şeylerdi. Ama ben Aşk Çeşmesi’nin ya da İspanyol Merdivenleri’nin, Londra’daki küçük bahçemizin yerini asla tutamayacağını biliyordum.
Düşüncelere dalmış, bu dar sokaklarda yürürken havanın yavaş yavaş kararmaya başladığını fark etmemiştim. Burayı henüz iyi bilmediğim için annemin hava kararmadan evde olmak konusunda katı kuralları vardı. Bu yüzden geldiğim yönden dönüp eve doğru yürümeye başladım. Evimizin olduğu sokağa varmam fazla uzun sürmedi. Eve doğru yürürken birinin arkamdan “Elvira!” diye seslendiğini duydum. Şaşırmanın aptalca olduğunu biliyordum. Sonuçta bu benim adımdı ve insanlar bana böyle seslenirlerdi. Ama ben hiç kimseyi tanımadığım yeni evimde, adımı duyunca şaşırmıştım. Ve bana seslenenin kim olduğuna bakmak için topuklarımın üzerinde döndüm. Tabi ki babamdı.
Olduğum yerde durup onu beklemeye başladım. Yanıma geldiğinde öncelikle sıcacık bir gülümsemeyle selam verdi. Ben de ona hiç içten olmayan bir gülümsemeyle cevap verdim. Babam yüzündeki gülümseme hiç bozulmadan “Buraları keşfe çıktın demek?” dedi. Ben sadece sessizce kafamı sallamakla yetindim. Yüzümdeki ifade babamın gülüşünün silinmesine sebep oldu.
“Elvira lütfen! Roma’ya kendini göstermesi için biraz zaman ver. Ben burada yaşamayı istemeyecek kimseyle tanışmadım. Üstelik sen daha Colesseum’u bile görmedin.”
Babamın anlamadığı ve asla anlamayacağı bir şey daha… Her gün okula giderken, asırlar önce insanları aslanlara yedirdikleri büyük tiyatronun önünden geçmek veya Capitolini müzesindeki — her yerde olduğu gibi mükemmel — heykelleri görmek umurumda bile değildi. Tarihi mimariyi sevebilirdim ama sadece uzaktan…
Cevap bekleyen babama dönerek elimi, el sıkışmak isteyen birinin edasıyla uzattım.
“Tanıştığıma memnun oldum.”
Babam gözlerini devirirken elini omzuma koydu ve birlikte eve doğru yürümeye başladık. İkimiz de birbirimizin önce konuşmasına izin vererek susuyorduk. En sonunda babam bu sessizliğe daha fazla dayanamadı.
“Elvira, gerçekten burayı sevmedin mi?”
“Hayır baba. Roma harika bir şehir... Sadece buraya gelirken vazgeçmek zorunda kaldığım şeyler beni üzüyor.”
Bunu söylerken aklıma Roma’ya gelirken vazgeçmek zorunda kaldığım şeylerden biri olan kedim, Novice, geldi. Bu sırada babam adeta düşüncelerime tercüman olmuştu.
“Hala o şişko kedi için üzülmüyorsun değil mi?”
“O sıradan bir kedi değildi. Sabahları gazeteni getiriyordu.”
Bunun üzerine ikimiz de güldük. Onun da şu an — benim gibi — Novice’in gazeteyi parçalamadan getirebildiği ender zamanlarda onu nasıl ödüllendirdiğimizi düşündüğüne emindim.
Bu arada apartmana geldiğimizi fark ettim. Dar merdivenleri çıkarken ikimiz de sessizdik. Dairemiz son kattaydı. Babam zile bastı ve biraz sonra kapı açıldı. Bizi gördüğü zaman annemin yüzünde önce bir rahatlama sonra da kızgınlık ifadesi belirdi. Bunun sebebinin hava kararmadan eve gelme kuralına uymamam olduğunu anlamıştım. Ama anlamamış gibi yapmak için yüzüme masum bir gülümseme yerleştirdim ve babamın ardından içeri girdim. Annem de kapıyı örtüp arkamızdan gelirken eve girdiğimden beri duymayı beklediğim cümleyi söyledi.
“Elvira ben seninle ne yapacağım?”
Beş yaşımdan beri yaramazlık yaptığımda aynı şeyi söylerdi. Ve ben de yüzüme kocaman bir gülümseme yerleştirerek bahanemi söylerdim. Yine öyle yaptım.
“Özür dilerim anne, yürürken saatin nasıl geçtiğini anlayamamışım.”
Bahanem her zaman zayıftı ama her zaman affedilirdim.
“Tatlım başına bir şey gelmesini istemiyorum. Karalıkta kaybolabilirsin.”
Buna verecek bir cevabım yoktu. Sadece içimden, Roma’da en kolay bulunabilecek sokaklardan birinde oturduğumuzu annemin anlamasını diledim. Yani eğer karanlıkta eve gelirsem en fazla yanlış apartmana girme ihtimalim vardı. Bunun yapmam olasıydı ama bu tam olarak kaybolmakla sayılmazdı. Babam da kaybolmakla ilgili benimle aynı şeyi düşünüyor gibiydi. Anneme dönerek yatıştırıcı bir ses tonuyla “Biraz sakin ol Kate! Roma’da hiç kimse Aşk Çeşmesi’ni ya da İspanyol Merdivenleri’ni kaybetmez,” dedi.
Annem aynı endişeli ifadeyle bana bir süre daha baktı. Şu an onun aklından geçenleri tahmin edebiliyordum. Her ne kadar babam haklı olsa da ben her yerde kaybolabilirdim. Yürümeyi öğrendiğimden beri en az elli kez kaybolduğuma emindim. Tabi ki bu evin yolunu tam olarak öğrendikten ya da cep telefonu taşımaya başladıktan sonra sorun olmuyordu. Ama burada yeniydim ve telefon taşımıyordum. İtalya’yla ilgili her şey gibi buradaki telefon hatlarından da nefret ediyordum.
Bu arada annemin ifadesi yumuşamıştı. Az önceki sinirli ifadesinden eser kalmamış gözlerle bana baktı.
“Ama lütfen bundan sonra daha dikkatli ol. Hadi şimdi bana yardım et yemeği hazırlayalım.”
Henüz açılmamış kutuların arasından geçerek annemin peşinden mutfağa gittim. Annem salatayı yaparken bende masayı hazırladım.
Yemek son derece sessizdi. İkisi de benim konuşmamı bekliyor gibi bana bakıp duruyorlardı. Ama benim, buradaki ilk berbat günümde yaptıklarımı paylaşmak gibi bir niyetim yoktu. En sonunda pes edip babamın yeni işi hakkında konuşmaya başladıklarında gözlerinin hapsinden kurtulduğum için rahatladım. Biraz sonra odamı yerleştirmek hakkında bir şeyler mırıldanarak masadan kalktım ve odama gittim.
Yeni odam oldukça küçüktü. Kapının karşısında odanın — tavandaki lamba dışında — tek ışık kaynağı olan ufak bir pencere vardı. Pencerenin yanında, bir tarafı duvara dayalı bir yatak duruyordu. Her zaman ki gibi dağınıktı. Kapının sağ tarafında bir çalışma masası ve sol tarafında ise küçük bir gardropun yanında büyük bir kitaplık vardı. Kitapları severdim. Modadan ise nefret ederdim.
Vakit geçirmenin başka bir yolu olmadığı için annemlere söylediğim şeyi gerçekten yapmaya karar verdim. İç çekerek odanın ortasında duran ve odada adım atılacak yer kalmamasına sebep olan kutuların ve valizlerin yanına eğildim. Tam altı kutu ve üç valiz vardı. Annem hep, ihtiyacım olduğundan daha fazla eşyaya sahip olduğumu söylerdi. Şimdi ona hak veriyordum. Buradaki eşyaların yarısı gereksiz ıvır zıvır şeylerdi.
Yavaşça en baştaki kutuyu kendime yaklaştırdım ve kapaklarını kaldırdım. İçi kitap doluydu. Londra’daki kitaplığımı olduğu gibi buraya taşımıştım. Sinirim bozuk olduğunda bana kendimi iyi hissettirecek tek şey kitaplardı. Daha çok roman okumayı sevsem de her çeşit kitabım vardı. Evdeki tüm kitapları toplasan benimkiler kadar etmezdi. Annem ve babam kitap okumayı sevmezlerdi. Babam çok gezerdi, annem ise makale okurdu. Gazete yazarlarının her gün yazdıkları sıkıcı köşe yazılarından ne zevk aldığını bir türlü anlayamazdım.
Toplam dört kutu kitabın ardından kitaplığım eskisi gibi olmuştu. Değişikliği seven bir insan değildim. Eğer bir şey yerine yakışıyorsa onu yerinden etmeye gerek yoktu. Saate baktığımda kitaplığımı yerleştirmenin şaşırtıcı derecede kısa sürdüğünü fark ettim. Ama bu normaldi. Biz gelmeden önce eşyalar gelmiş ve babam birkaç adam tutup evi temizletmişti. Bizim tek yapmamız gereken eşyaları kolilerden çıkarıp raflara koymaktı. Çok sıkıcı.
Benim için hayat sıkıcıydı. Hayattan zevk almasını bilen bir insan değildim. Monoton ve sıkıcı… Beni özetliyordu. Tabi bir de karamsarlık ve gerçeklerden uzak yaşamak terimlerini eklersen… Hayal dünyasında yaşamayı seviyordum. Orada hiç kimse her şeyi mahvedemezdi. İstediğimi yapabilirdim. Özgürce ve korkmadan… Sebebini soran yoktu. Kimseye açıklama yapmak zorunda değildim.
Birkaç saat sonra odam tıpkı Londra’daki odam gibi olmuştu. Tek fark fıstık yeşili perdeleri araladığımda görünen manzaraydı. Bu yüzden dün buraya geldiğimizde ilk işim perdeleri takmak olmuştu. Ve o perdeler dünden beri hiç aralanmamıştı. Odamdayken kendimi gerçek evimde gibi hissediyordum. Küçük bir pencerenin bu büyüyü bozmasından nefret ediyordum.
Bir anda, düşüncelerimden sıyrıldım ve birisinin odamın kapısını tıklattığını fark ettim. Gözlerimden akmaya çalışan yaşları elimin tersiyle silerek “Evet,” diye seslendim. Sesimin boğuk çıkmasını engelleyememiştim. Gelen annemdi ve neyse ki bunu fark etmemişti.
“Biz yatıyoruz canım iyi geceler demek istedim.”
“Size de iyi geceler, ben de birazdan yatarım.” Sesim yine boğuk çıkmıştı. Kahretsin! Annem bu sefer bunu fark etmişti. Temkinli adımlarla yanıma geldi ve yavaşça bana sarıldı.
“Evi özledin değil mi?”
Sessizce kafamı salladım.
“Evet, ben de özledim. Ama alışmak zorundayız.”
“Alışmak zorunda olmak çok acınası,” diye mızıldandım. Annem bu huysuzluğuma gülerek bana daha sıkı sarıldı.
“Hadi ama benim kızım güçlüdür. Şimdi uyu biraz. Yarın yeni bir gün olacak. İyi geceler.”
Alnıma bir öpücük kondurdu ve odamın kapısını kapatarak dışarı çıktı. Annemin bu sakinliğini kıskanıyordum. O her zaman, her olayda iyi bir şey görürdü. Kötü bir şey olduğunda bakış açıcı hep aynıydı.
Şimdi uyu. Yarın yeni bir gün. Her şeye baştan başla. Ama ben bunu asla yapamazdım. Karamsarlık konusunda anneme çekmemiştim. Hele babam! Onun karamsarlık, mutsuzluk, umutsuzluk gibi hislerinin olduğundan emin değildim. O daima gülerdi. Ve ben de bunu daima kıskanırdım.
O sırada, bu odada daha fazla kalamayacağımı fark ettim. Burada olduğum sürece Novice’in zıplayarak kucağıma oturmasını veya klasikleşmiş gece sohbetlerimiz için Lily’nin aramasını bekleyecektim. Ama kabul etmek zorundaydım. Bir daha asla Novice kucağıma zıplamayacak ve Lily beni aramayacaktı.
Vestiyerde duran anahtarlardan birini aldım ve kapıyı arkamdan sessizce kapatarak apartmana çıktım. Düz çatıya çıkan merdivenleri çıkarken gözyaşlarıma hâkim olmaya çalışıyordum. Merdivenlerin sonundaki ağır kapıyı zorla iterek açtım ve açık havaya çıktım. Hafif hafif yüzüme vuran ve saçlarımı uçuşturan rüzgâr kendimi iyi hissetmemi sağladı. Rüzgârı severdim, yağmuru da öyle. Sıcaktan yanmaktansa üşümeyi tercih ederdim. Rüzgârı dinlemeyi bırakıp ağır adımlarla tırabzanlara yürürdüm.
Burayı sabah keşfetmiştim. Roma’nın bir kısmını tepeden görebiliyordunuz. Gündüz de çok güzeldi. Ama gece… Harikaydı! Sokak lambalarının âdete gündüzmüşçesine aydınlattığı yerlerde toplanmış büyük turist grupları görebiliyordum. Babam, Ağustos ayında, Roma’da İtalyan’dan çok turist olduğunu söylemişti. Sokaklardaki kalabalık bunu doğruluyor gibiydi. Tabi bir hafta sonra okul açılacaktı ve İtalyanlar geri döneceklerdi.
Okul… Burada okula gitmenin nasıl olacağı konusunda hiçbir fikrim yoktu. Aslında buna pek kafa yormamıştım. Düşünmek bile canımı acıtıyordu. Yeni insanlar, yeni öğretmenler, yeni mekanlar… Bunları düşündükçe her türlü yenilikten nefret ediyordum. Aklımdan geçen onca düşüncenin arasında biri bile burada mutlu olabileceğimi söylemiyordu. Buraya ait değildim.
Bu konuda içimdeki tek umut babamın beni kaydettirdiği lisenin İngiliz Lisesi olmasıydı. Orada İngilizce eğitim veriliyordu. Zayıf İtalyancamla lafları ağzımda geveleyip durmayacağı için memnundum. Üstelik babam, kalabalık bir okul olmadığını söylemişti. Bu daha da iyiydi. Eski okulumda da toplam sekiz yüz kadar öğrenci vardı. Kalabalıktan hoşlanmazdım. O da hoşlanmadığım birçok şeyden sadece biriydi.